Biri size kim olduğunuzu, yaşamınızın gayesinin ne olduğunu sorsaydı ve yarım dosya kağıdı bir yazıyla cevap vermeniz gerekse idi neler yazardınız. Gün geldi, mahkemede yargılanan bir sanığın kısacık savunmasında ben tüm bir insanı gördüm. Bakın o kişi kendini nasıl anlatıyordu:
“Hayatımı üniversite yıllarından itibaren müzik yaparak ve dünyanın ayırt etmeksizin her yöresinden halk müzikleri üzerine bilgi toplayıp çeşitli söyleşi, radyo programları ve konserler vasıtasıyla topluma aktararak kazanıyorum.
Her zaman, hiçbir ulusu, hiçbir halkı bir diğerinden ayırmadan dünyanın bugüne devrettiği halk müziğini mirasını gerisindeki bilgi birikimiyle birlikte aktarmaya çalıştım.
“Tuna’nın Beri Yanı”adlı radyo programında da aynı şekilde Mağolistan’dan Latin Amerika’ya, Uygun Türkleri’nin klasik müziğinden Karadağ halk türklerine kadar dünyanın çeşitli halklarının geleneksel müziklerini gene gerisindeki bilgi birikiminin oluşum nedenleriyle birlikte, yıllardan beri sunuyorum.
Programımda yakın coğrafyaların müziği benim için son derece önemli. Çünkü bu müzik, doğal olarak, Anadolu ile daha yakın bir etkileşim içinde. Bu çerçeve içinde, Ermeni folklorü de beni ilgilendiriyor.
Sözkonusu dava dosyasında zikredilen programımda, Muş’ta yaşamış ve folklörlerinin zenginliğiyle öne çıkan Ermeni toplumunun türkülerini dinletmiş ve bu türkülerin gerisindeki kültür birikimini, öne çıkan karakteristiklerini, çeşitli konukların da yardımıyla anlatmıştım.
Bir sanatçı olarak, iddianamede değinildiği gibi, halkları bölmeye değil; türkülerin yardımıyla onların kendilerini birbirlerine çok daha yakın hissetmelerine vesile olmam gerektiğini düşünüyorum. Halkları birbirine kaynaştırmanın bir sanatçı sorumluluğu olduğuna inanıyorum.
Bu sözlerin sahibi Muammer Ketencoğlunu 94.9 Açık Radyoda yaptığı programlardan, çeşitli konserlerinden ve değişik albümlerinden tanıyordum. Bu savunmayı da radyonun bir toplantısında sevgili Şerif Erol onun aleyhinde açılan davayla ilgili olarak beraat ettiğini anlatırken duydum. O anda bir insanı tanıyorum diyebilmenin onun kendi kendini anlatmasını dinlemeden ne derece zor olabileceğini düşündüm. Aslında hoş bir tesadüf olarak aynı günün sabahı yaptığımız telefon konuşmasında Muammer ile okul dergimiz için yapacağımız sohbetin mekanını da Açık Radyo olarak seçmiştik. Güzel bir Ekim günü bir birimize açıldık:
Bir 20 Ocak 1964 günü İzmir’in Tire ilçesinde doğdum. Duyguları ile yaşayan bir insanım, çok fazla hesap kitap bilmem. Doğru söylüyorsunuz, hem kova hem de oğlak burcuyum, inatçı bir tarafım var ama bu inatçılığımı yaptığım müziğe yabancılaşmamak, müziğimin tavrından ödün vermemek için kullandım. Kimse istemlerim dışında yaşamıma yön veremedi. Bugüne kadar inadım işe yaradı ki, çok şükür ayaktayız. Türkiyede birçok başına buyruk ve bireyselleşmeye çalışan insan tecrübesizliklerinden ve toplumun onların başını ezmesinden dolayı bu isteklerini gerçekleştiremiyorlar. Ama ben şanslıydım, ayakta kalabildim. Kendi çabam olsun, tesadüfler olsun, bir çok şey benim yapmak istediğim şeyleri destekledi.
Dayım Ali Rıza Su’da yaşamımdaki şanslardan biri oldu. Müzisyendi, ölünceye kadar Tire belediye bandosu şefi olarak çalıştı. Çocukluğumda ilk çaldığım enstruman davuldu ama bana ilk akordeonumu dayım verdi, henüz 7 yaşındaydım. Bu akordeon bir zamanların Halk Evlerinin kapatılması sırasında dayımın eline düşmüş bir enstrumandı.
Gözleri doğuştan görmüyordu, ama onları kapatmak için kullandığı koyu renk gözlüklerle bir müzisyenden çok bir pilota benzediğini düşündüm. Kahve teklifime “lütfen bol sütlü olsun” diye cevap verdi. Vakit geç olmaya başlamıştı, bir şeyler atıştırma teklifimi onu evde bekleyen çok hoş bir yemek olduğunu söyleyerek geri çevirdi, biz de sütlü kahve ile yetinerek Açık Radyo’nun son derece hareketli ortamında başka dünyalara yelken açtık:
Ben doğuştan beri göremiyorum. Aslında görmeyişimi de bir şans olarak kabul ediyorum. Görmeyişim beni öncelikle duygularıyla yaşayan bir insan yaptı. İçimde olan şeyler beni çok etkiliyor, içimde hissettiğim şeyler yaşamımda öne çıkıyor. Duyduğum şeylerin peşinden gittim.
Cumhuriyetin ilk döneminde 20 bin nüfuslu Tire’de tam 3 tane bando varmış. CHP bandosu, DP bandosu, ve Halk Evleri bandosu. Bu üç bando arasında güzel bir rekabet yaşanırmış. 1940’ların başında Tire’ye yahudi asıllı bir müzisyen gelmiş. Halk ona papaz anlamında despot derdi. Bando hocası o imiş. Birçok insana değişik enstrümanları çalmayı o öğretmiş. O adamın Tire insanları üzerinde derin bir etkisi olmuş. İkinci dünya savaşında Almanya’dan kaçan, Çek asıllı bir yahudi müzisyendi. Tire’de yaşarken Türkçe de öğrenmişti. Çocukluğumda ben ondan ders almadım ama sesini hala hatırlıyorum. Şimdi halk evleri kapandı, Tire’deki müzik hayatının da o parlak devri bitti. Gene bir bando var ama ufak bir bando. Tire tarihsel açıdan önemli bir yer. Aydınoğulları beyliğinin başkenti. Birçok kervansaray, türbe, tarihi bina var. Hala korumaya çalıştığımız çok güzel bir doğası var. Zeytinyağlı yemek ve ot kültürü var. Mübadele sonrası Girit’ten birçok insan buraya gelmiş. Zaten Tire’nin çevresinde de birçok Rum köyü var. Tütün, pamuk, tarım yapılırdı ama şimdi bunlar bir bir yok oluyor, yerlerini fabrikalar alıyor. Annem ben çocukken tütüncülük yapardı.
Biz sohbet ederken Açık Radyoya gerek prodüksiyon, gerek de canlı yayın için bir çok insan girip çıkıyordu. Onu gören bir çok dostu yanımıza gelip konuşmamıza katıldı, sık sık konuşmamız bölünüyordu ama bu arada onun ne derce sevilen ve populer bir insan olduğunu da yakından izleme fırsatım oldu, bir yandan da onun yaşamının gerilerine gittik geldik:
İlkokulu İzmir Bornova körler okulunda okudum. 1977-80 arasıydı, üzerimde çok iz bıraktı. Körler okulunda okuyabilmek çok büyük bir şans. Özellikle kör olan kızlar aileleri tarafından okullara da yollanmıyorlar ve eğitimsiz kalıyorlar. İzmir’den sonra Antep’teki bir körler okuluna devam ettim. Her iki okulda da çok iyi müzik öğretmenlerim oldu. İlkokul müzik öğretmenim Bayram Şimşek’ten enstrüman bilgimin temellerini aldım ve müzik teorisinin ana hatlarını ondan öğrendim. Okula başlamadan önce akordeon çalıyordum, okulda da org ve bateri çaldım, şarkı söyledim. Bateri için dışardan bir hoca bulduk. Sevgili Uğur abi bana öğretti. Ortaokula ise Gaziantep’te devam ettim, orada da Naim Çavuş adlı aslen İskeçe göçmeni bir müzik hocam oldu. Aramızda çok sıcak bir ilişki oldu. Bana piyano çalmayı öğretti, üç sene beraber çalıştık. Yatılıydık. O nöbetçi öğretmen olduğu akşamlar bize piyano çalardı, sohbet ederdik. Mikis Teodorakis ve Yorgo Dallaras’ı ilk kez ondan öğrendim. Ama seslerini duymam için yılların geçmesi gerekti. Fakat 1996’da Teodorakis’le iki ayrı konserde sahneyi paylaşma onurunu yaşadım.
Bu sözleri söylerken gururlandığını hissettim, kısa bir an sessizleşti, Teodarikis sohbetimizin ortasından bir yıldız kayması gibi gelip geçmişti, sonra tekrar Antep günlerine döndük.
Antep kebabını düşündüğünüz gibi doyum-döküm yiyemedim. Çok ekonomik sıkıntım vardı. Sınırlı bütçem vardı. Doyum-döküm sınırsız demektir. Evet, şu anda doyum-döküm bir sohbet yapıyoruz. Bu yazımızın başlığı doyum döküm bir sohbet olabilir.
Gerçekten de doyum döküm konuşmaya başlamıştık. Onun orta okuldan sonra liseye tekrar Tireye döndüğünü, Naim Çavuşla bağlantısının kopmadığını, 1997 de vefat edinceye kadar Muammere yoğun bir şekilde elektirik vermeye devam ettiğini öğrendim.
"Tire’de okuduğum lise körler için özel bir okul değildi. Bazı şeyler çok zor, bazı şeyler de çok kolay oldu. Çalışma yöntemleri zordu ama ben dışadönük bir insandım. Az bir çabayla gerekenleri yapabilirdim. Kısa zamanda tanındım. Tire’de bir düğün orkerstrasında da org çalıyordum. Herşeyi çalıyorduk. ‘Autumn Leaves’ ve ‘You Mean Everything To Me’ yi çalar üstüne Ümit Besen’le devam ederdik. Bir yandan da bol bol kitap okudum. Okudum derken, insanlar bana bu kitapları okuyordu demek istiyorum. Birçok edebiyat, felsefe, sosyoloji konusunda kitabı bu şekilde tanıdım. Bir yandan da düğünlerde avam şarkılar söylemeye devam ediyordum.
Lise ve sonrası benim için zor oldu. Dört yıl beni hüzünlendiren bir aşkım oldu. Sınıf arkadaşıma aşık oldum ama o olmadı. ‘Malum’... lütfen aynen bu şekilde yazın. Ama hayatın devam etmesi gerekiyordu ben de devam ettim. İçimdeki coşkuyu saklamaya çalıştım ama bir taraftan da aşk hüznü benim enerjimi tüketiyordu. Şansıma okulda piyano da vardı onu çalıyordum. Düğün orkestrasında da çaldığım için Tire de çok tanınıyordum. Bir yandan da politik düşüncelerimden dolayı sivrildim. 1982-83 yıllarında Türkiye Sosyalist İşçi Partisi bağlantım oldu. Orada yıllarca devam edecek dostluklarım oldu.”
Hava epey kararmıştı, o istemediği için ben de bir şeyler atıştıramıyordum ama sonunda ağzındaki baklayı daha doğrusu bamyayı çıkarttı. Meğer o gün annesi kendisini ziyarete gelmiş ve kendi elceğiziyle oğulcuğuna yemek pişirmişmiş.
"Bu gece yemekte bamya var, annemin zeytinyağlı bamyası. Birşey yemeyeyim, annem çok sevdiğim için bamya yaptı, evde onu yiyeceğim. Aslında yalnız yaşıyorum ve bekarım. Neden yalnız yaşadığımı tam olarak bilmiyorum. Belki de yakın zamana kadar çok anarşist düşüncelerim olduğundan böyle yanlız kaldım. Hani ne derler, tencere kapağını bu sefer bulamadı. Evet, yaptığım işlerden dolayı saygı görüyorum. Ama Eşber Yağmurderelinin dediği gib,i herkes yaptığımız işe ve kişiliğimize saygı duyuyor ama ötesi gelmiyor işte... Bu konuda göremeyen bir insan olamanın bir şanssızlık olduğunu düşünüyorum. Hele hanımlar için bu daha da büyük bir şanssızlık.”
Halbuki ben onun gibi güzel akerdiyon çalan bir insanın fareli köyün kavalcısı gibi bir çok tatlı kızı yarattığı büyülü sihirle kendi dünyasına çekeceğini düşünüyordum. O ise daha fazla bu konunun üstünde durmadan yaşam öyküsünü benimle bölüşmeye devam etti:
“Bir insanın beklentilerini aşağıda tutması her zaman faydalıdır. Çok beklenti, çok hayal kırıklığı yaratır. Ben hiç yüksek beklenti eğiliminde olmadım.
Boğaziçi üniversitesi psikoloji bölümü benim birinci tercihimdi. Girmeyi ummuyordum ama 1983’de kazandım, girdim.
Okulda iki genel çizgi vardı. Bir grup benim gibi taşradan gelen veya istanbullu olup da sol kültüre göre yaşayan ve hayata yeni arayışlarla bakan insanlar. Ben bu çevredendim. O yüzden de orta kantine giderdim. Bir başka grup da, günlük yaşamları ve ilgileri ile kent soylu olanlardı. Bunlara karşı da bir ön yargım yoktu. Bir taraftan okul devam etti ama ben okul dışı bir çok şeyle ilgilendim. Okulda kötü bir öğrenciydim. Müzik kulübüne de üye oldum. Ama bu kulüpte tekil bir çalışma yaptım. Sabiha Çelik ile bir konser verdim. İsmi ‘Bir Gün Bir Irmak’tı. Burda ırmak ,nehirin anlamının dışında, aynı zamanda şarkı söylemek anlamındadır. Politik çalışmalarım da devam ediyordu, okul yönetimiyle iyi ilişkim yoktu. O zamanlar Yunan müziğine çok ilgi duyuyordum ve çalıyordum. Okulun yöneticileri o zamanlar bizim buzukilerimizi ve müzik kasetlerimizi elimizden almıştı. Niye mi? Türkiye’de bir çok şey için bu soruyu soramıyoruz ki... 1984te bir okul konserimiz direkten dönmüştü çünkü repertuarımıda 4 tane Rumca Teodorakis parçası vardı. Okul vakfı bu 4 şarkıyı repertuvardan çıkartmamızı istemişti. Ama 23 şubat 2001’de Boğaziçinde, kendi grubum Company Ketencioğlu’yla Mezunlar Derneği aktivitesi olarak konser yaptık. 17 yıl sonra tamamen Rumca bir repertuvarla aynı sahnede çaldık. Demek ki birşeyler değişmiş...”
Muammer Ketencoğlu Boğaziçini bitirmemiş ama 1995 yılına kadar okulun çevresinde kalmış. Kendi ifadesine göre Boğaziçi ve ortamı onu adam etmiş, müzisyen kimliğini oluşturmasını sağlamış. Kütüphanenin audio visual bölümünde dinlediği çeşitli halk müziği albümlerden etkilenmiş. Önce çağdaş Yunan müziği olan Laika ile başlayan ilgi zaman içerisinde Rebetika ve diğer Balkan müziklerine de yönelmiş. Sohbetimizin bu bölümünde çalışmalarını destekliyen bir çok arkadaşını anmak istedi:
Mehmet İnhan, Cüneyt Cebenoyan, Nihat Kenter, Oktay Demirer, Firdevs Tatlı, Sefa Şimşek, Mehmet Aktaş, Cengiz Onursal, Dilek Gürel, Murat Demiraydın, Cem ve Aysun Timuroğlu. Tüm bu kişiler beni bir insan olarak sevdiler, destek oldular. Çalışmalarıma, araştırmalarıma yardımcı oldular. Yaptığım şeyleri yapmama fırsat verdiler, özendirdiler. Onları okuldaki yurttan, orta kantinden, değişik kulüplerden tanıyordum. Fiziki olarak da okulu bitirmememe rağmen uzun yıllar Boğaziçinde yaşadım,. Bölümüme ısınamadım. Tekrar aşık oldum ve karşılık göremediğim için çok mutsuz oldum. An geldi ciddi olarak hiçbirşeye devam etmek istemedim. Ama bir gün aşkım bitti, sonra yeniden dengelerimi, değer yargılarımı, politik düşüncelerimi oluşturdum. Hayata büyümüş bir insan olarak yeniden başladım. Bu kötü günlerimde Yorgo Dalaras’ın sesi bana ışık oldu, kurtarıcı oldu. Daha doğrusu müzik ve Dallaras demem lazım. Mario Levi’nin geçmişte benimle yapmış olduğu bir röportajda söylemiştim. O kötü günlerimde müziksiz kalacağım ve Dallaras’ı bir daha dinleyemeyeceğim diye öbür tarafa gidemedim.”
Muammerin çıktığı müzikal yolculuğun ilk durağı kendisine neyin uygun olduğunu, neyle özdeşleşebildiğini araştırmak olmuş. Bir çok dünya müziklerini araştırmış. Bu aramanın neticesine ancak adım adım yaklaşılabileceğini de vurguladı. Yunan ve Balkan müziklerine olan yakınlığını ise çocukluk yıllarında radyodan çok dinlemiş olmasına bağlıyor. Onların bıraktığı izlerin seçtiği yolda çok etkisi olduğunu düşünüyor. Sonunda şimdi yaptığı müzikte karar kılmış olmakla beraber tüm dünya müziklerine açık olduğunu vurguluyor.
Tabi eninde sonunda bir konuda uzmanlaşmak lazım. Benim farkım, ben yaptığım işten yani müzikten para da kazanmak zorundaydım. Birçok yoldan geçtim. Düğün salonlarında çaldım, salaş meyhanelerde çaldım. Bazen sıçrama oluyor, düğünlerde çalıyordum. Ama hep boğaziçi ortamında kaldım. Evim de okula yakın bir pansiyondu. Banyomu birinci yurtta yapıyordum. Ama kimse suyumuzu niye kullandın demedi.
Muammer çantasını açtı bana iki CD ve bir broşür verdi. Broşürden onun okuldan sonraki çalışmalarını öğrendim. Eski ve yeni Rumca şarkılardan oluşan ilk albümü ‘Sevdalı Kıyılar’ Kalan Müzik tarafından 1993 te yayınlanmış. Bunu 1994 ve 1996 da yayınlanan iki Rebetika seçkisi ve 1995 de yayınlana Klezmer Müziği seçkisi takip etmiş. Adım adım onun seçtiği tür ve müzikle insanlar buluşmuşlar. Kaset çalışmalarını konserler takip etmiş. 1993 den beri ‘Yeryüzünün Yedi Rengi’ adıyla bir çok müzisyeni bir araya getiren her yıl yeni repertuarla yenilenen konserler düzenliyor. Muammer yaptıkları müziği sözle de ifade etti:
Balkan Müziği yapıyoruz. ‘Balkan müziği nedir?’ diye soruyorsun. Müzik denen şeyi dinlemek lazım, onu sözcüklerle anlatmak zor. Ama Balkan Müziği denen şey de zaten tek tip bir müzik değil. Çok çeşitleri var, çok dönemleri var, içinde çok değişik akımlar var. Belli bir standart yok. Ama hepsinin arasında ortak bir payda ararsanız, açık ve yalın bir müzik olduğunu görürsünüz. Veya belki de biz Balkan Müziğinden böyle bir elektrik alıyoruz. Mesela Afganistan müzik geleneği salonlarda gelişmiştir. Yüksek bir sanat müziğidir. Kaideleri, ölçüleri vardır. Birçok başka müzikte de bu tip ciddiyet ve oturaklı tavır vardır. Balkan müziğinde ise hüzün de, coşku da, heyecan da, mutluluk da çok dolaysız olarak anlatılır. Hani nasıl anlatsam ki, bu müzik hafif esirik bir müziktir. Bu müziğin doğasında bir çakırkeyiflilik vardır. Ben hayatın duygu bölümüne çok önem veren bir insan olarak, Balkan müziğinin bu yönünü seviyorum.
Muammer in 1980 den beri topladığı plak koleksiyonu eski Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte Istanbula gelen plaklarla daha da zenginleşmiş. Bu birikimin sonucu olarak da 4 tane çok güzel eleştiri alan antoloji hazırlamış ve kaset olarak yayınlanmış. 1997’ten sonra Balkan ve Yunan müziği konserleri yapmaya başlamış, yurtiçinde ve yurtdışında birçok konser vermiş. 2000 yılında ise Ege ve Trakya müziklerine duyduğu ilginin ilk somut yansıması olarak ifade ettiği albümü ‘Karanfilin Moruna’ tamamlanmış. Bu çalışmayı Cengiz Onursal ile yaptığını ve içine sinen bir çalışma olduğunu anlattı. Albümün kapağında yazılı şu cümleler onun kafasındaki düşünceleri çok hoş biçimde bizlere aktarıyor:
“Uzun zamandır radyo ve televizyonlarda duyamadığımız, o her biri paha biçilmez değerdeki türküleri, benim ve müzisyen dostlarımın yeteneklerinin elverdiği özen ve halk müziği sağduyusuyla sizlere sunabilmenin çoşku ve mutluluğunu yaşıyorum. Bu çalışmada otantizmin ille de bağlama takımıyla icra demek olmadığını, ya da halk müziğine yeni yaklaşımların kolaycı bilgisayar destekli altyapılar anlamına gelmediğini gösterme iddiasını taşıyorum.”
Muammerin bugünlerde yayınlanan albümünün adı ise “Ayde Mori”. Bu çalışma Balkanlardaki değişik müziklerin renklerini yansıtan bir albüm. Bulgaristan, Kosova, Yunanistan, Makedonya, Bosna, Romanya, ve Arnavutluğu kapsıyor, içlerinde bir tane de Türkçe parça var. Bu albümün kapağında yer alan sözler de bence Muammerin duygularını çok güzel ifade ediyordu:
"Az gittim, uz gittim, geçtiğim yerlerden türküler topladım. Bir gün öyle bir yere geldim ki kokusu başka bir yere bırakmadı beni. Yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başladık. Başta yabancıydık birbirimize, sonra dostlarım oldu her biri. Dağlarla özdeş Balkan yurdundan türlü çiçekler derledik ve bunları türlü yerlere taşıdık. O büyüleyici kokuyu başkaları da duysun diye..."
Bu albüm aynı zamanda Muammerin gelecekte yapmayı düşündüğü çalışmaların da bir önsözü oluyormuş ve Balkanlardaki Türk halk türküleri üzerine de bir albüm yapmak istedğini bu vesileyle öğrenmiş oldum.
Hava iyice kararmıştı, bir ara annesi telefon etti. Bamyanın kokusu sanki telefondan çıktı geldi. Onu bu lezzetten daha fazla ayıramıyacağımı hissettim, son bölüme geçtik:
"Duygularımla yaşamaya devam edeceğim. Müzikte bulunduğum noktayı sık sık analiz edip nasıl aşacağımı sürekli olarak araştırmaya devam edeceğim. Ve en önemlisi akordeonumu taşıyabildiğim kadar sırtımda taşıyacağım.
Zaman zaman konferanslar ve sohbetli dinletiler de yapıyorum ama öğretmen olmak için yeterince sabırlı değilim. Ben eşit ilişkileri seviyorum. Birşeyler alabildiğim yerde birşeyler vermek istiyorum. Bu zamanla da ilgili birşey belki ileride değişirim. Gençler için de bir kaç söz söylemek isterim tabi.
Hayatta gördüklerinizden çok duyduğunuz şeylere önem verin. Kendinize bir tutku yaratın, tutkularınızı kendi çabalarınızla oluşturun. Basit de olsa bir tutkunuz olsun. Tutkusuz bir hayat düşünemiyorum."
Beni bamyaya davet etmedin ama dedim, çok şaşırdı, utandı, ne olur gel dedi. Ona benim de zeytinyağlı bamyaya bayıldığımı söyledim. Zaten o gece benim kısmetimde evde bekliyen bir zeytinyağlı fasulye vardı. Radyodan çıktık, kol kola yürüdük, onu bir taksiye bindirip gönderirken hakkında yazacağım yazının nasıl bitmesi gerektiğini düşündüm. Bence Muammer Ketencoğlunun kim olduğunu merak edenlere en iyi yanıt onun hakime verdiği dilekçenin son cümlesinde mevcuttu
Söyleşilerimde hep kullandığım bir cümleyi yinelemek isterim: Türküleri gerçekten yüreğiyle dinleyen insan, adam öldüremez.”
Hoşçakal Türküleri yüreğiyle dinleyen dost, artık ben de bir başka dinleyeceğim onları
(BÜMED dergisinde yayınlanmıştır)